NİYET NEYDİ AKIBET N'OLDU :))
Babam. Ahmet Gültekin… Polis memuruydu. Şimdi emekli. Şu günlerde Ankara’da torun seviyor. Babamın polis olmasından ne şikayet ettim ne de gocundum aksine sürekli gurur duydum. Hatta şu günlerde daha çok gurur bile duyuyorum nedeni çok basit. Şimdiki kendini bilmezlere sicil numarasını gösterip dalga geçiyorum. Konumuz bu değildi, yazı babamla, polislikle başlayınca çıkıverdi işte ağzımdan. Neyse konumuza dönelim. Tek şikayetim oldu babamın mesleğinden şimdiye kadar. Hoş benim gibi babası polis olup ta benden daha fazla şikayet etmeye hakkı olan insanlar kesin vardır ama olsun ben de az da olsa şikayet hakkımı kullanıyorum şimdi bahsedeceğim konuda…
Evet babam Ahmet Gültekin, ben doğduğum yıl (1969) polisliğe başlamış. Neden? Rahmetli dedem üniformalı meslekleri çok seviyor, aslına bakarsanız babam meslek lisesi ağaç işleri bölümü mezunu. Bildiğin marangoz. Askere gidene kadar Batman’da rafineride çalışmış. Evlat bu işte. Kıramamış babasının isteğini, zamanın en prestijli üniformalı mesleği ne var o saatten sonra yapabileceği? Polislik… Polis olmuş. İstanbul’da başlamış mesleğe hem de “Fruko”. O zamanın adıyla “Toplum Polisi” bu zamanın adıyla “Çevik Kuvvet”. Belki bilirsiniz belki de bilmezsiniz. Fruko adı gazozdan gelir. O zamanlar polislerin miğferleri ile Fruko gazozlarının kapakları ve şişeleri aynı renkmiş. Koyu yeşil. Bu yüzden gazoz kapağı polislerin adı olmuş. Babamın Fruko’luk yıllarında ve daha sonrasında bir süre İstanbul’da yaşadık. Bendeniz Mardin’de doğup kırkım çıktıktan sonra İstanbul’a babamın yanına gittim (Ben hatırlamıyorum annemin yalancısıyım). Yani gözümü İstanbul’da açtım. İlkokulun 3. sınıfına kadar orada kaldım. En çok arkadaşım Fuat’ı, ilk sevgilim Fuat’ın kızkardeşi Fahriye’yi, Fatih’i, Karagümrük’ü, Draman Yokuşu’nu, Çarşamba Pazarı’nı, sabahları ilkokul öğleden sonra kız lisesi olan Muallim Naci İlkokulu’nu, ilk öğretmenim Suna Karadeniz’i (çok hoş kadındı) bir de Aksaray’dan yer altı çarşısındaki bisiklet satıcılarından annemle birlikte aldığımız üç tekerlekli iki selesi olan, kırmızı renkli ilk bisikletimi hatırlarım. Ha bir de Emel (Kızkardeşim, canım, ailenin yeni annesi)’in evi yakma girişimini hatırlarım o günlere dair. (Ayşegül ile Tülin’de vardı ama o sıralar onların dünyadan haberi yoktu.) O zamanlar Sayın Başbakan ne yapıyordu bilmiyorum malum o zamanlar aynı semtte bulunmuşuz. (Büyük ihtimalle futbol oynamakla, ilk 11’e nasıl girerim diye çalışıyordu. Başkasını bilmem) Fatih, Karagümrük, Draman Yokuşu şimdiki gibi değildi. Karafatmalar, çemberi sakalıyla çevirenler basmamıştı yani. Hatta Kartal’a, Pendik’e banliyö trenleri ile gidiliyordu. Annemin dayısı Güzelyalı’da Bedri Bey’lerin konağında çalışıyordu oraya trenle gidiyorduk. Şimdilerde trafik sıkışıklığını atlatabilirsen gidebiliyorsun Güzelyalı Mahallesi’ne. Kaçak girip yüzdüğümüz plaj ise yok artık.
Çok sıkıldınız. Sabredin. Yazı uzun olacak ama konuya yavaş yavaş geliyoruz. O günleri eski Türk filmleriyle birlikte hatırlarım hala.
Her polisin başına gelen babamın başına 1977 yılında geldi. Tayini çıktı. Kars’a. Eylül ayıydı. İlkokul 3. sınıfı yeni başlamıştım. Trene bindik. Şark Ekspresi. Kalabalıktık. Dört çocuk, ana babayla altı kişi. Babam bir kompartuman kiralamıştı. Yol uzun. 3 gün 3 gece. Güler Hanım (Annem olur kendisi, gözümün nuru. En çok didiştiğim ama en çok sevdiğim) yollukları hazırlamış. Kekler, zeytinyağlılar, bidonlarda sular. Ha bir de yük vagonunda bir vagon ev eşyası. Aylardan Eylül, ülkenin batısında yaz sonu ama ya doğusunda? İşte o zaman öğrendim doğu ile batının farkını ben. Yol bitti, yolculuk bitti. Kars’a geldik. “S” yi at her yer kar. Bizim üzerimizde yazlık giysiler. Donuyoruz. İşte o zaman anladım batı ile doğunun farkını….
İki yıl kaldık Kars’ta. Barbaros’u hatırlarım hani bir elinde altı parmağı vardı (Mete’nin dayısı olduğundan şüpheleniyorum. Olsa ne güzel olur). Süreyya’yı hatırlarım Kars’taki sevgilim. Tamer’i hatırlarım. O’nun da babası polisti. İstanbul’dan gelmişlerdi. Hani Anadolları vardı. O zaman Kars’taki bütün arabalar Renault 12 idi. Önceden her daim düşmanım sonradan dostum olan sütçünün çocuklarını, kafası vücudumun yarısı kadar olan köpeklerini, ilk ve tek kızağımı (altı demirliydi), ilk fotoğraf makinemi hatırlarım. Konica C35 (Karşımda bana bakıyor televizyonun önünde. Dijital makineler çıktı mertlik bozuldu o da vitrin süsü oldu. Kıyamam ben ona) Gözünün alabildiği kadar karı (çok ayıp… karı değil kar). Kullanılmayan süt tozu fabrikasının bahçesinde, tren yolunda geçen günleri. Kullanmadığımız bir ton odası olan evimizi. Cumhuriyet İlkokulu’nu hatırlarım. Kışın payton arkasına takılır giderdik. Hüsranla sonuçlanan ilk ticaret denememi. O zamanlardan belliymiş parayla işim olmayacağı. Bir yaz annem üç beş kilo ayçekirdeğini (Çiğdem demem lazım İzmirliler kızmasınlar o zamanlar İzmir’de olmadığım için bilmiyorum öyle dendiğini) alıp bir boya kutusuna koyup sattırmaya çalışmıştı. Sonuç tam anlamıyla hüsran. Okul bahçesinin duvarının dibindeki taşta geçen mesai sonunda. Etrafı çekirdek kabuklarıyla dolu bir taş parçası ve çekirdek çitlemekten o yaşta top sakalı çıkmış bir Turan. )))) Ha bir de Thomson makineli tüfekle ilk tanışmamı. İlk terör olaylarından sonra evin baş köşesinde dururdu. Flasterle yapıştırılmış iki şarjörü vardı. Elime alıp poz verirdim Davaro misali. Çocukluk işte.
12 Eylül İhtilali’nin bir yıl öncesine rastlar İzmir’e gelmemiz. Haziran ayında geldik, Eylül’e kadar ev aradık. Dayımların Hatay’daki evinde kalıyorduk. Babam mesaiye ben de Güler Hanımla ev arama mesaisine. O yüzden çok iyi bilirim Hatay’dan Güzelyalı’ya kadar olan sokakları, girmediğimiz sokak kalmadı. Ev kıtlığı var, olan evi de dört çocuğu olan polise vermiyorlar, verdiklerine de polis maaşı yetmiyor. Bulduk sonunda bir ev, taşındık.
İlkokulu İzmir’de bitirdim. Ortayı da, liseyi de, üniversiteyi de. Askerliği bile İzmir’de yaptım. Alınyazısı gibi. İzmir’de aileye bir kişi daha katıldı. Memoş. Kazandibi. Ağabeyinin tek erkek kardeşi, sırtını korkmadan dayayacağı, yoluna canını vereceği… Şimdi Antalya’da keyfi yerinde…
Ömrümün 40 yılını geride bıraktım. Dile kolay. Çok insan tanıdım, hala hergün birileriyle tanışıyorum. Çoğunu unutuyorum yeni tanıştıklarımın, isimlerini bile hatırlamıyorum beş dakika sonra. Açıkçası pek de üstünde durmuyorum…
Çoğu zaman Memoş’u kıskanmıyor değilim. Kardeş kardeşi kıskanır mı? Kıskanır +elbet. Kıskanma sebebim çok farklı. Memoş, İzmir’de doğdu, İzmir’de büyüdü… Antalya’ya iş için gitti. Ben, Mardin’de doğdum, baba memleketinde. İstanbul’da gözümü açtım, Kars’ı gördüm, İzmir’de büyüdüm, doydum, bazılarından fazla İzmirli oldum. Memoş, çocukluk arkadaşları ile hala görüşüyor. Ben? Fuat’ın ne yaptığını bilmiyorum, Fahriye’nin kaç çocuğu var? Barbaros altıncı parmağını estetikle aldırdı mı? Süreyya istediği kimseyle mi evlendi yoksa babasının münasip gördüğü kişiyle mi? Tamerlerin Anadol’unu eşekler ne zaman yedi? Bunları bilmiyorum. İtiraf edeyim mi hep eksikliğini çektim. Beni çocukluğumdan beri bilen birilerinin eksikliğini.
Yok mu bilen birileri? Elbette var. Çocukluk sayılır mı? Belki sayılır. Lise yılları. (Karataş Lisesi… O zamanlar deniz kenarındaydı, fotoğrafım bile var. Bahçesine deniz suyu dolardı kışın) Alpar, Hasan, Hülya, Yeşim, Özlem, Berna, Yahya, Metin, Gürol daha niceleri…
Hülya… Sınıf arkadaşım, sıra arkadaşım, Çeşmealtı Kampı arkadaşım… Yüzünü hiç asık görmedim. Şimdi toparlayacı oldu. Bir gece vahiy gelmiş Facebook hazretlerinden. Yıllığı açmış aramaya başlamış. Bir de grup açmış. “Karataş Lisesi 86 Mezunları” diye. Hülya’nın çalışmaları başarılı oldu aslında. İki kez buluştuk lise arkadaşlarımla. İlkinde yemek yedik. Ne yalan söyleyeyim. Alpar ile görüşüyordum zaten, Hülya ile ilişkimiz kesilmemişti, Hasan’ın ne yaptığını biliyordum görmesem de. En son bir alış veriş merkezinin otoparkında karşılaşmıştık. Eşi ve kızı vardı yanında. Hasan, benim için “Turan, lise arkadaşım” deyince kızı inanmamıştı. Neyse 23 yıl sonra Kordon’da bir restorantta buluştuk. Manyak eğlendik. Gece 2.5 olmuştu. Garsonlar “Eğer kalacaksanız kalın biz gidiyoruz” dediler en son. Geçenlerde Hülya bir akşamüzeri kahve içmeyi teklif etti. Teklif bütün insanları toplamaya kadar ilerledi. Kahveyi içtik ama kalkamadık. Yine eğlendik. Önceki gün MSN’de Hasan, Altay’ı bulduklarını söyledi. Altay, sıra arkadaşımdı. Turizmle uğraşıyor, onunla da 23 yıldır görüşmedim. Önümüzdeki günlerde yine eğlence var. Dün… Dün sabah alanımla ilgili olmayan bir işe gittim. Bir ekonomi işi. Toplantı. Sıkıcıdır toplantılar benim için. Salondaydık. Eşyalarımı hazırlıyordum. Adamın biri bir kart uzattı. Yüzüne bakmadan kartı aldım, teşekkür ettim. Toplantı başladı. Kartlara bakarken, yüzüne bakmadığım kişinin kartı tokat gibi patladı suratımda. Ortaokul arkadaşım. Hayat bu insana güzel oyunlar da oynayabiliyor. Çantamdan bir kart çıkarttım, toplantı sonunda arkadaşıma uzattım. “Tanıdın mı?” dedim. İsim yabancı gelmemişti. “Hala keman çalıyor musun?” dediğimde film koptu. Kemanın o çoğunun içini gıcıklayan hüzünlü sesini onunla sevmiştim ben. Keman dersleri olduğunda o ders alırken ben onu dinlerdim. Şaşırdı kaldı. Sonrası malum. Eskilerden, yenilerden, yaptıklarımızdan konuştuk. Bir arkadaşımı daha bulmuştum.
Bizim çocuklarla buluştuktan, o kadar eğlendikten sonra sürekli olarak düşündüm. Aradan 23 yıl geçmişti. İzmir’de kalanların sayısı dışarıdan gelenlerden daha azdı. Kimi ABD’de kimi Rusya’da kimi Manisa’da yaşıyordu. Boyu kadar çocuğu olanlar, benim gibi bekar kalanlar ya da bırakın ikinci turu 3.’ye başlayanlar… Hiç hesap yoktu, hiçbir beklenti yoktu. Karataş Lisesi’nde 6 Edebiyat E’de idik. Teneffüsteki gibi azıtıyorduk. Tek farkla aradan yıllar geçmiş bir miktar yaşlanmıştık. Şimdiki arkadaşlıklarımı sorguladım sonraları, sorguladıkça işin içinden çıkamadım. Bu kadar mı geriye giderdi her şey. Etrafında bin kişi ama içinden bir iki kişi…
Çok uzattım. Belki de yazı amacının çok dışına çıktı. Neyi anlatmak isterken neyi anlattım. Resmen hayatımın kısa bir özeti oldu. Yazıyı yazarken de sürekli şunu düşündüm. Epi topu üç yazı var. Bu üçüncü, ilki de eskilere olan özlemi anlatıyordu bu da. Acaba çok mu özlüyorum geçmişimi. Bir süre öncesine kadar dolu dolu yaşadığım geçmişimi. Yaşlandım mı ne? Olabilir. Belki de yazının bu kadar dağınık olması bir şişe Tekirdağ’ın, Granyoz levreğinin ve Orhan Baba’nın yüzündendir.
Evet babam Ahmet Gültekin, ben doğduğum yıl (1969) polisliğe başlamış. Neden? Rahmetli dedem üniformalı meslekleri çok seviyor, aslına bakarsanız babam meslek lisesi ağaç işleri bölümü mezunu. Bildiğin marangoz. Askere gidene kadar Batman’da rafineride çalışmış. Evlat bu işte. Kıramamış babasının isteğini, zamanın en prestijli üniformalı mesleği ne var o saatten sonra yapabileceği? Polislik… Polis olmuş. İstanbul’da başlamış mesleğe hem de “Fruko”. O zamanın adıyla “Toplum Polisi” bu zamanın adıyla “Çevik Kuvvet”. Belki bilirsiniz belki de bilmezsiniz. Fruko adı gazozdan gelir. O zamanlar polislerin miğferleri ile Fruko gazozlarının kapakları ve şişeleri aynı renkmiş. Koyu yeşil. Bu yüzden gazoz kapağı polislerin adı olmuş. Babamın Fruko’luk yıllarında ve daha sonrasında bir süre İstanbul’da yaşadık. Bendeniz Mardin’de doğup kırkım çıktıktan sonra İstanbul’a babamın yanına gittim (Ben hatırlamıyorum annemin yalancısıyım). Yani gözümü İstanbul’da açtım. İlkokulun 3. sınıfına kadar orada kaldım. En çok arkadaşım Fuat’ı, ilk sevgilim Fuat’ın kızkardeşi Fahriye’yi, Fatih’i, Karagümrük’ü, Draman Yokuşu’nu, Çarşamba Pazarı’nı, sabahları ilkokul öğleden sonra kız lisesi olan Muallim Naci İlkokulu’nu, ilk öğretmenim Suna Karadeniz’i (çok hoş kadındı) bir de Aksaray’dan yer altı çarşısındaki bisiklet satıcılarından annemle birlikte aldığımız üç tekerlekli iki selesi olan, kırmızı renkli ilk bisikletimi hatırlarım. Ha bir de Emel (Kızkardeşim, canım, ailenin yeni annesi)’in evi yakma girişimini hatırlarım o günlere dair. (Ayşegül ile Tülin’de vardı ama o sıralar onların dünyadan haberi yoktu.) O zamanlar Sayın Başbakan ne yapıyordu bilmiyorum malum o zamanlar aynı semtte bulunmuşuz. (Büyük ihtimalle futbol oynamakla, ilk 11’e nasıl girerim diye çalışıyordu. Başkasını bilmem) Fatih, Karagümrük, Draman Yokuşu şimdiki gibi değildi. Karafatmalar, çemberi sakalıyla çevirenler basmamıştı yani. Hatta Kartal’a, Pendik’e banliyö trenleri ile gidiliyordu. Annemin dayısı Güzelyalı’da Bedri Bey’lerin konağında çalışıyordu oraya trenle gidiyorduk. Şimdilerde trafik sıkışıklığını atlatabilirsen gidebiliyorsun Güzelyalı Mahallesi’ne. Kaçak girip yüzdüğümüz plaj ise yok artık.
Çok sıkıldınız. Sabredin. Yazı uzun olacak ama konuya yavaş yavaş geliyoruz. O günleri eski Türk filmleriyle birlikte hatırlarım hala.
Her polisin başına gelen babamın başına 1977 yılında geldi. Tayini çıktı. Kars’a. Eylül ayıydı. İlkokul 3. sınıfı yeni başlamıştım. Trene bindik. Şark Ekspresi. Kalabalıktık. Dört çocuk, ana babayla altı kişi. Babam bir kompartuman kiralamıştı. Yol uzun. 3 gün 3 gece. Güler Hanım (Annem olur kendisi, gözümün nuru. En çok didiştiğim ama en çok sevdiğim) yollukları hazırlamış. Kekler, zeytinyağlılar, bidonlarda sular. Ha bir de yük vagonunda bir vagon ev eşyası. Aylardan Eylül, ülkenin batısında yaz sonu ama ya doğusunda? İşte o zaman öğrendim doğu ile batının farkını ben. Yol bitti, yolculuk bitti. Kars’a geldik. “S” yi at her yer kar. Bizim üzerimizde yazlık giysiler. Donuyoruz. İşte o zaman anladım batı ile doğunun farkını….
İki yıl kaldık Kars’ta. Barbaros’u hatırlarım hani bir elinde altı parmağı vardı (Mete’nin dayısı olduğundan şüpheleniyorum. Olsa ne güzel olur). Süreyya’yı hatırlarım Kars’taki sevgilim. Tamer’i hatırlarım. O’nun da babası polisti. İstanbul’dan gelmişlerdi. Hani Anadolları vardı. O zaman Kars’taki bütün arabalar Renault 12 idi. Önceden her daim düşmanım sonradan dostum olan sütçünün çocuklarını, kafası vücudumun yarısı kadar olan köpeklerini, ilk ve tek kızağımı (altı demirliydi), ilk fotoğraf makinemi hatırlarım. Konica C35 (Karşımda bana bakıyor televizyonun önünde. Dijital makineler çıktı mertlik bozuldu o da vitrin süsü oldu. Kıyamam ben ona) Gözünün alabildiği kadar karı (çok ayıp… karı değil kar). Kullanılmayan süt tozu fabrikasının bahçesinde, tren yolunda geçen günleri. Kullanmadığımız bir ton odası olan evimizi. Cumhuriyet İlkokulu’nu hatırlarım. Kışın payton arkasına takılır giderdik. Hüsranla sonuçlanan ilk ticaret denememi. O zamanlardan belliymiş parayla işim olmayacağı. Bir yaz annem üç beş kilo ayçekirdeğini (Çiğdem demem lazım İzmirliler kızmasınlar o zamanlar İzmir’de olmadığım için bilmiyorum öyle dendiğini) alıp bir boya kutusuna koyup sattırmaya çalışmıştı. Sonuç tam anlamıyla hüsran. Okul bahçesinin duvarının dibindeki taşta geçen mesai sonunda. Etrafı çekirdek kabuklarıyla dolu bir taş parçası ve çekirdek çitlemekten o yaşta top sakalı çıkmış bir Turan. )))) Ha bir de Thomson makineli tüfekle ilk tanışmamı. İlk terör olaylarından sonra evin baş köşesinde dururdu. Flasterle yapıştırılmış iki şarjörü vardı. Elime alıp poz verirdim Davaro misali. Çocukluk işte.
12 Eylül İhtilali’nin bir yıl öncesine rastlar İzmir’e gelmemiz. Haziran ayında geldik, Eylül’e kadar ev aradık. Dayımların Hatay’daki evinde kalıyorduk. Babam mesaiye ben de Güler Hanımla ev arama mesaisine. O yüzden çok iyi bilirim Hatay’dan Güzelyalı’ya kadar olan sokakları, girmediğimiz sokak kalmadı. Ev kıtlığı var, olan evi de dört çocuğu olan polise vermiyorlar, verdiklerine de polis maaşı yetmiyor. Bulduk sonunda bir ev, taşındık.
İlkokulu İzmir’de bitirdim. Ortayı da, liseyi de, üniversiteyi de. Askerliği bile İzmir’de yaptım. Alınyazısı gibi. İzmir’de aileye bir kişi daha katıldı. Memoş. Kazandibi. Ağabeyinin tek erkek kardeşi, sırtını korkmadan dayayacağı, yoluna canını vereceği… Şimdi Antalya’da keyfi yerinde…
Ömrümün 40 yılını geride bıraktım. Dile kolay. Çok insan tanıdım, hala hergün birileriyle tanışıyorum. Çoğunu unutuyorum yeni tanıştıklarımın, isimlerini bile hatırlamıyorum beş dakika sonra. Açıkçası pek de üstünde durmuyorum…
Çoğu zaman Memoş’u kıskanmıyor değilim. Kardeş kardeşi kıskanır mı? Kıskanır +elbet. Kıskanma sebebim çok farklı. Memoş, İzmir’de doğdu, İzmir’de büyüdü… Antalya’ya iş için gitti. Ben, Mardin’de doğdum, baba memleketinde. İstanbul’da gözümü açtım, Kars’ı gördüm, İzmir’de büyüdüm, doydum, bazılarından fazla İzmirli oldum. Memoş, çocukluk arkadaşları ile hala görüşüyor. Ben? Fuat’ın ne yaptığını bilmiyorum, Fahriye’nin kaç çocuğu var? Barbaros altıncı parmağını estetikle aldırdı mı? Süreyya istediği kimseyle mi evlendi yoksa babasının münasip gördüğü kişiyle mi? Tamerlerin Anadol’unu eşekler ne zaman yedi? Bunları bilmiyorum. İtiraf edeyim mi hep eksikliğini çektim. Beni çocukluğumdan beri bilen birilerinin eksikliğini.
Yok mu bilen birileri? Elbette var. Çocukluk sayılır mı? Belki sayılır. Lise yılları. (Karataş Lisesi… O zamanlar deniz kenarındaydı, fotoğrafım bile var. Bahçesine deniz suyu dolardı kışın) Alpar, Hasan, Hülya, Yeşim, Özlem, Berna, Yahya, Metin, Gürol daha niceleri…
Hülya… Sınıf arkadaşım, sıra arkadaşım, Çeşmealtı Kampı arkadaşım… Yüzünü hiç asık görmedim. Şimdi toparlayacı oldu. Bir gece vahiy gelmiş Facebook hazretlerinden. Yıllığı açmış aramaya başlamış. Bir de grup açmış. “Karataş Lisesi 86 Mezunları” diye. Hülya’nın çalışmaları başarılı oldu aslında. İki kez buluştuk lise arkadaşlarımla. İlkinde yemek yedik. Ne yalan söyleyeyim. Alpar ile görüşüyordum zaten, Hülya ile ilişkimiz kesilmemişti, Hasan’ın ne yaptığını biliyordum görmesem de. En son bir alış veriş merkezinin otoparkında karşılaşmıştık. Eşi ve kızı vardı yanında. Hasan, benim için “Turan, lise arkadaşım” deyince kızı inanmamıştı. Neyse 23 yıl sonra Kordon’da bir restorantta buluştuk. Manyak eğlendik. Gece 2.5 olmuştu. Garsonlar “Eğer kalacaksanız kalın biz gidiyoruz” dediler en son. Geçenlerde Hülya bir akşamüzeri kahve içmeyi teklif etti. Teklif bütün insanları toplamaya kadar ilerledi. Kahveyi içtik ama kalkamadık. Yine eğlendik. Önceki gün MSN’de Hasan, Altay’ı bulduklarını söyledi. Altay, sıra arkadaşımdı. Turizmle uğraşıyor, onunla da 23 yıldır görüşmedim. Önümüzdeki günlerde yine eğlence var. Dün… Dün sabah alanımla ilgili olmayan bir işe gittim. Bir ekonomi işi. Toplantı. Sıkıcıdır toplantılar benim için. Salondaydık. Eşyalarımı hazırlıyordum. Adamın biri bir kart uzattı. Yüzüne bakmadan kartı aldım, teşekkür ettim. Toplantı başladı. Kartlara bakarken, yüzüne bakmadığım kişinin kartı tokat gibi patladı suratımda. Ortaokul arkadaşım. Hayat bu insana güzel oyunlar da oynayabiliyor. Çantamdan bir kart çıkarttım, toplantı sonunda arkadaşıma uzattım. “Tanıdın mı?” dedim. İsim yabancı gelmemişti. “Hala keman çalıyor musun?” dediğimde film koptu. Kemanın o çoğunun içini gıcıklayan hüzünlü sesini onunla sevmiştim ben. Keman dersleri olduğunda o ders alırken ben onu dinlerdim. Şaşırdı kaldı. Sonrası malum. Eskilerden, yenilerden, yaptıklarımızdan konuştuk. Bir arkadaşımı daha bulmuştum.
Bizim çocuklarla buluştuktan, o kadar eğlendikten sonra sürekli olarak düşündüm. Aradan 23 yıl geçmişti. İzmir’de kalanların sayısı dışarıdan gelenlerden daha azdı. Kimi ABD’de kimi Rusya’da kimi Manisa’da yaşıyordu. Boyu kadar çocuğu olanlar, benim gibi bekar kalanlar ya da bırakın ikinci turu 3.’ye başlayanlar… Hiç hesap yoktu, hiçbir beklenti yoktu. Karataş Lisesi’nde 6 Edebiyat E’de idik. Teneffüsteki gibi azıtıyorduk. Tek farkla aradan yıllar geçmiş bir miktar yaşlanmıştık. Şimdiki arkadaşlıklarımı sorguladım sonraları, sorguladıkça işin içinden çıkamadım. Bu kadar mı geriye giderdi her şey. Etrafında bin kişi ama içinden bir iki kişi…
Çok uzattım. Belki de yazı amacının çok dışına çıktı. Neyi anlatmak isterken neyi anlattım. Resmen hayatımın kısa bir özeti oldu. Yazıyı yazarken de sürekli şunu düşündüm. Epi topu üç yazı var. Bu üçüncü, ilki de eskilere olan özlemi anlatıyordu bu da. Acaba çok mu özlüyorum geçmişimi. Bir süre öncesine kadar dolu dolu yaşadığım geçmişimi. Yaşlandım mı ne? Olabilir. Belki de yazının bu kadar dağınık olması bir şişe Tekirdağ’ın, Granyoz levreğinin ve Orhan Baba’nın yüzündendir.
:))eee bizden de baset,şimdi senin,öncesinde Evrim'in evindeki yuvarlak masa eşliğindeki sohbetlerimizden,hahhahaha protestondan,..:))
YanıtlaSilYaa Turancım eski arkadaşlıklar çıkarsız oluyor,ondan özlüyoruz galiba...
çok güzel bir yazı olmuş..hepimiz geçmişimizi özlüyoruz.. bizi biz yapan geçmişimiz değil mi?
YanıtlaSil